40Please respect copyright.PENANAPEI9gNMgfF
Gün her zamanki gibi başlamıştı. Her sabah olduğu gibi, uykusuz gözlerle yatağımda dönüp duruyordum. Ama bugün farklı bir şey var mıydı? Bir his, belki de sabahın sessizliğinde olan bir şey, bir tür huzursuzluk. Annem, kahvaltı hazırlarken yine sessizce mutfakta çalışıyordu, babam ise gazeteyi okurken suratını hiç değiştirmemişti. Her zaman olduğu gibi. Baharat dükkanından gece geç saatte dönmüş olmalıydı.
"Ne var, bugün de bir şey mi var?" diye sormuştum anneme, ama o sadece başını sallayıp geçmişti.
Bir süre sonra sessizliğe bürünmüştü yemek masası. Annem ve babamın tartışmaları gün yüzüne çıkmadan önce her zaman küçük bir gerginlikle başlarlardı; bu sabah da aynıydı. Yine gri kanatlılardan bahsediyorlardı, o eski ve rahatsız edici şeylerden.
Bir an için, babamın "O griden uzak dur." dediğini duymuştum. Duymazdan gelmiştim ama aklımda dönüp duruyordu. Her zaman böyle derdi. Gri kanatlılar, kasabada her zaman olduğu gibi dışlanmış ve haksız yere kötü gözle bakılan insanlardı. Onları izlemek, onlar gibi olmak neredeyse yasak gibiydi.
Neyse ki evden çıkma vakti gelmişti. Çabucak hazırlanıp evden çıktım. Bir an önce oraya gitmeliydim.
Kasabanın hemen dışında, kayalıkların arkasında gizli bir yerimiz vardı. Oscar'la burada buluşmak, buranın güvenliğini hissetmek... Burası, dünyadan ve onlardan uzak, her şeyin ve herkesin unuttuğu bir yerdi. Birbirimize yakın, ama bir o kadar da uzak.
Oscar burada olacaktı. Her zaman olduğu gibi.
Oscar gelene kadar vakit geçirmeliydim. Ama bu zaman diliminde, başımda dönen düşünceleri ve bu ülkenin acımasız sistemini gözden geçirmeden edemedim.
Nivralia, yüzyıllardır var olan bir sistemin hüküm sürdüğü bir ülkeydi. İnsanların kanatları, kim olduklarını ve nereye ait olduklarını belirliyordu. Bu renkli kanatlar, aslında kaderimizi ellerinde tutan birer işaretti.
Altın kanatlar... Onlar, kraliyet ailesinin üyeleriydi. Her şeyin üstündeydiler. Onların yaşamı, diğerlerine örnek olmalıydı. Onlar, ülkedeki en yüksek statüye sahip olanlardı ve bir bakışlarıyla dünyayı değiştirebilirlerdi. Altın kanatlar, sarayda yaşar, her zaman üstün tutulur, bütün kararları onlar alırdı. Bizim gibi sıradan insanlar, onların yalnızca gölgesinde var olurduk.
Bordo kanatlar ise soylulara aitti. Onlar, eski ve köklü ailelerden gelen, ama yine de kraliyetle aynı seviyeye ulaşamayan insanlardı. İyi giyinir, iyi eğitim alırlardı, ama yine de onlar için gerçek güç, altın kanatlarının elindeydi. Bu yüzden bazen, onlara bakarken üzülürdüm. Bordo kanatlar, altın kanatların etrafında dönmeye mahkumlardı, ama gerçek güç asla onların elinde olmayacaktı.
Ve biz... Beyaz kanatlar... Yani halk. Düşüşümüz, yavaş ama sürekli bir yolculuktu. Beyaz kanatlar, işçi sınıfını temsil ederdi. Biz, okullarımıza gider, dükkanlarda çalışır, kasaba meydanlarında alışveriş yapar, bir şekilde hayatta kalırdık. Ama bu hayatta kalışımız, her zaman bir ayrımcılıkla karışırdı. Eğer bir beyaz kanatlı, altın veya bordo kanatlılardan birine bakarsa, gözleri çoğu zaman aşağılanır, tavırları küçümsenir, yerin dibine sokulurdu. Bu, bizim kaderimizdi. Bunu kabul etmek zorundaydık. Ama işin garip tarafı, beyaz kanatlılar, hem efendi hem köleydiler. Halk içinde grilere efendilik yaparken, sarayda köle olarak çalışıyorlardı. Onların sarayda, altın ve bordo kanatlılara hizmet etmek dışında bir değeri yoktu. Gri kanatlıların saraya girmesi ise yasaktı. O büyüleyici duvarların arkasında, gri kanatlıların hiç bir zaman görmeye cesaret edebileceği bir şey yoktu. Saray, tamamen altın ve bordo kanatlılar için inşa edilmişti, bizlerin gözleri ise dışarıda kalırdı.
Son olarak, gri kanatlar... Gri kanatlar, Nivralia'daki en alt sınıfı oluştururdu. Onlar, kölelerdi. Hiçbir hakları yoktu. Gri kanatlıların kimseyle dost olma hakkı bile yoktu. En azından halkın gözünde böyleydi. Bir işletme sahibi olamaz, kendi kaderlerini belirleyemezlerdi. Onlar, yalnızca hizmet etmek için varlardı. Bu, yıllarca süregelen bir şeydi. Gri kanatlılar, kasabaların arka sokaklarında yaşıyor, onları görebilmek bile bir suç gibi kabul ediliyordu.
Bunlar, benim bildiğim Nivralia'nın gerçekleri. Bu sistem, bizim hayatta kalma şeklimizi belirliyor ve bu, herkesin üzerinde sıkı sıkıya durduğu bir yasa gibi. Ama ben, bu sistemi kabullenmek zorunda değildim. Oscar'la büyüdüğüm için biliyordum ki, bu doğru değildi.
Bu düşünceler, Oscar gelene kadar sadece kafamda dönüp duruyordu. Onunla konuşmak, her şeyin daha kolay olmasını sağlardı
Okulun geniş, taş döşemeli koridorlarında birlikte yürürken içimde tanıdık bir huzursuzluk hissettim. Bu devasa binanın sert soğukluğu sanki her gün biraz daha içimize işliyordu. Oscar'la yan yana yürümemiz, herkesin gözünde fazlasıyla sıra dışıydı; bakışlar yine üzerimizdeydi.
Sınıf kapısına geldiğimizde, içeri girip masamıza yöneldik. Öğretmen henüz gelmemişti, bu yüzden birkaç dakika rahatça sohbet edebiliyorduk. Oscar arka sıradaki yerine oturduğunda, ona bakarken içimde yine o tanıdık öfke belirdi. Beyaz kanatlılar en ön sıralara yerleştirilmişti; Oscar ve diğer gri kanatlılar ise arka sıralarda adeta görünmez bir sınırla izole edilmişlerdi.
Sınıfa girdiğimizde, gözler yine üzerimizdeydi. Beyaz kanatlılar için ayrılan ön sıralara doğru yürüdüğümde, arka sıralarda gri kanatlılar sessizce oturmuştu. Oscar bana hafifçe gülümsedi ve kendi yerine, arka sıraya geçti. Aramızda görünmeyen ama her gün daha da belirginleşen bu mesafe, o ağır kast sisteminin bizlere dayattığı bir başka sınırdı.
Ders başladığında, öğretmen sınıfın önünde büyük bir dikkatle ders anlatmaya koyuldu. Herkesin dikkatle dinlediği bir anda, Oscar yanıtlamak için elini kaldırdı. Biliyordum ki, Oscar her zaman konuyu hızlı kavrardı; aslında beyaz kanatlıların pek çoğundan daha zeki ve başarılıydı. Ama öğretmen, Oscar'ın elini görmezden gelerek önüme baktı. İçim sıkıştı, ama Oscar'ın yüzüne bakmamaya çalıştım. Başını öne eğip elini yavaşça indirdiğini gördüm.
Biraz zaman geçti ve öğretmen bu defa soruyu beyaz kanatlılardan birine yöneltti. Yanıt veren kişi, Andre'den başkası değildi. Bir soru sormuştu ama ses tonunda Oscar'a gönderme yapan bir alay vardı. Soruya yanıt verirken Oscar'a bakarak, "Tabii bazı kanatlar bilgiden uzaktır," diye ekledi. Yüzüm kızardı; ama öğretmen hiçbir şey demedi, Andre'nin sözünü gülümseyerek geçiştirdi. Bu, Oscar'ın her gün karşı karşıya kaldığı bir aşağılama yöntemiydi, ama Andre bunu en ustaca yapanlardan biriydi.
Oscar'ın yüzündeki o hafifçe sıkılmış, ama yine de durumu önemsememeye çalışan ifadeyi görmek içimi acıttı. Bir an arkamı dönüp, "Bu saçma ayrımları bir kenara bırakamaz mısınız?" demek istedim. Ama beyaz kanatlı olarak, bunu söylediğim anda Oscar'ı daha da zor duruma düşüreceğimi biliyordum. Bunun yerine derin bir nefes alıp, başımı öne eğdim.
Dersin ilerleyen dakikalarında, öğretmen beyaz kanatlıları öne çağırıp onlara özel bir ödev verdi. Beyaz kanatlılar için hazırlanan özel projede grup çalışması yapmamızı istiyordu; gri kanatlılarsa yine yalnız başlarına bırakılmıştı. Oscar gözlerini kaçırarak kağıtlarına döndü, ama bakışlarındaki burukluğu sezdim.
Ders bittiğinde Oscar'la koridora çıktığımızda, sessiz bir anlaşmayla birbirimize baktık. Gözlerinde bir yorgunluk vardı ama bunu yüzüme vurmayacak kadar da nazikti. "Biraz daha dayanırız, değil mi?" diye fısıldadı. Bu sorusuna gülümsemek istedim, ama gözlerim hafifçe dolmuştu.
Nihayet yemek molası geldiğinde, ikimiz de okulun bunaltıcı havasından çıkmak istiyorduk. Hızla yemekhaneye yöneldik ama burada da ayrımcılığın soğuk duvarları karşımızdaydı. Beyaz kanatlıların kendilerine ayrılmış masalarına otururken, gri kanatlılar arka taraflardaki ufak, dar masalara yönlendirildi. Diğer beyaz kanatlılar bana anlamlı bakışlar attı; Oscar'la yan yana oturmamızdan hiç hoşlanmıyorlardı.
Oscar bir parça ekmeği kemirirken bakışlarını bana çevirdi. "Yemeklerimizi bir an önce bitirsek de biraz kafamızı dağıtsak mı?" dedi, gözlerinde ufak bir kıvılcım parıldıyordu. Bu bakışı tanıyordum; o kaçamak bakışıydı.
Yemekten hemen sonra kimseye görünmeden okulun boş bir penceresinden gökyüzüne süzüldük. Gökyüzünde, rüzgar saçlarımızı savururken Oscar'la birlikte içimizdeki tüm gerginlikleri bir anlığına da olsa geride bıraktık. Aşağıdaki kast ayrımları, zorbalıklar, bizim üzerimizdeki tüm o kısıtlayıcı etiketler gökyüzünde kaybolmuş gibiydi. Birkaç kanat çırpışı mesafesindeydik; aramızdaki o görünmez bağ, kanat çırpışlarımızda yankılanıyordu.
Oscar, süzülürken yanıma yaklaşıp alaycı bir sesle, "Dikkat et de kanatların fazla yukarı kaldırma, yoksa çarpabilirsin," dedi. Bu sırada, bir anda ani bir hareketle yukarı doğru süzüldü. Kendini gökyüzüne bırakırken gözlerindeki o ışık parıltısını gördüm. Ciddiyeti elden bırakmamaya çalışırken ona karşılık verdim: "Bana yetişebilirsen Oscar, bunları tekrar konuşuruz."
Ona küçük bir bakış atıp, hafifçe yukarı sıçradım. Birbirimize meydan okurcasına hızlandık; gökyüzünde adeta birbirimizi kovalıyorduk. Uçuşumuzun getirdiği hızla çevremizdeki dünya bulanıklaşırken, Oscar yanımda alaycı bir kahkaha patlattı: "Sen hep hızlı olmak zorunda mısın? Bazen yavaşlayıp tadını çıkar, Lyra!"
"Öyle mi?" dedim ona bakışlarımı dikerek. "O zaman yavaşlayıp senin hantal kanatlarınla rekabet etmek yerine, biraz daha yukarı çıkayım." Hızlanarak bulutların arasına doğru yöneldim, ama Oscar pes etmiyordu. Arkamdan beni taklit ederek, "Eğer bu kadar hızlı gidip de düşersen, sonra seni kurtarmak zorunda kalırım," diye takıldı. O kadar güldüm ki, kanatlarımı bir an duraksatarak dengesizleştim, ama Oscar hemen yanımdaydı.
"Beni kurtaracak olan sensin, öyle mi?" dedim, kendimi toparlayarak. "Bunu görmek isterdim!" Ve o anda, kolumu hafifçe çekerek bir dönüş yaptı; birlikte süzülüp yuvarlandık, rüzgar etrafımızda bir uğultu gibi esiyordu. Bir an göz göze geldiğimizde, ikimizin de yüzünde büyük bir gülümseme vardı.
Bulutların arasında süzülürken, dünyadan gerçekten kopmuştuk. Aramızdaki konuşmalar, şakalaşmalar, hatta sessizlikler bile yükseklik kazandıkça daha özel, daha anlamlı bir hale bürünüyordu. Birbirimize meydan okuduğumuz o kısa anlar, sanki hiç bitmeyecekmiş gibi huzur vericiydi.
Ama bu tatlı kaçamak çok uzun sürmedi. Uzakta, aşağıdan bir öğretmenin sesini duyar gibi olduk. İkimiz de sesi duymazdan gelerek bir süre daha uçmaya devam ettik, ama en sonunda alttan gelen o sert sesle irkildik: "Hemen aşağı inin!"
Oscar, gözlerindeki pırıltıyı kaybetmeden hafifçe omuz silkti, "Yakalandık," diye mırıldandı. O an, her ne kadar bu anı hemen bitirmek zorunda olsak da, aramızdaki dostluk bağı bu kısa kaçamak sayesinde biraz daha güçlenmişti.
Yere indiğimizde, aşağıda bizi bekleyen öğretmenin yüzü, öfkeyle sertleşmişti. Kanatlarım yavaşça kapanırken içimdeki özgürlük duygusu bir anda yerini suçluluk ve biraz da endişeye bıraktı. Oscar yanımda sessizce duruyordu ama göz ucuyla ona baktığımda, gözlerindeki sönmeyen ışıltıyı fark ettim. Aramızda daha az önce yaşadığımız o keyifli uçuşun enerjisi vardı; az sonra yaşayacağımız azar bile bunu silemezdi.
Öğretmen, kaşlarını çatarak bakışlarını üzerimizde gezdirdi. "Siz ikiniz," dedi sert bir sesle, "okul kurallarını hiçe sayıp yasaklı bölgelerde uçuş mu yapıyorsunuz? Bu akademide bir öğrenci gibi davranmayı öğrenemeyecek misiniz?"
Başımdan aşağı kaynar sular dökülür gibi hissettim. Beni susturan sert bakışlarına karşılık, Oscar cesurca başını kaldırdı. Sanki bu azara rağmen içindeki asi ruh hiçbir şey olmamış gibi dimdik ayaktaydı. Öğretmen, gözlerini Oscar'ın üzerinde bir an daha fazla tutarak, neredeyse onu yıldırmaya çalışır gibi baktı.
"Sizi uyardım, ancak bu disiplin eksikliğini görmezden gelmeyeceğim," diye devam etti öğretmen, soğuk bir sesle. "Bu yüzden ikiniz de ceza alıyorsunuz. Bugün okul çıkışında kütüphaneyi temizlemek zorundasınız." Cümlesini bitirdiğinde, sanki zafer kazanmış gibi hafif bir gülümseme vardı yüzünde.
Oscar'ın yüzünde bir anlık bir burukluk belirdi ama hemen ardından o her zamanki sakin tavrına geri döndü. Yanaklarıma sıcaklık yayılmaya başladı; içimden hafif bir kahkaha patlatmak geldi, ama kendimi tuttum. Sadece göz ucuyla ona bakıp hafifçe sırıtınca, o da karşılık vererek başını eğdi.
Öğretmen bizi orada bırakıp uzaklaştığında, sessizce birbirimize baktık. Ceza bizi yıldırmış gibi görünse de, aslında içten içe komik buluyorduk. Birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra, dayanamayıp, "Seninle kütüphane bile eğlenceli olur, merak etme," dedim.
Oscar, gülümsemesini gizleyemeyip omuzlarını silkerek hafifçe güldü. "Sana güveniyorum Lyra. Kim bilir, belki de bu ceza sayesinde en sıkıcı yer bile çekilir hale gelir," dedi, sesi alaycı bir sıcaklıkla doluydu. Bu kısa kaçamağın bedelini ödüyor olsak da, yan yana olmamız bizi güçlendiriyordu.
Oscar'ın o sakin tavrının altında, aslında derinlerde bir yerlerde kaynayan bir enerji vardı; bastırılmış öfke, yıllardır göz ardı edilen bir cesaret. Belki de gri kanatlı olmanın yükünü hissetmek, onu böyle bir hale getirmişti. Dışarıdan bakıldığında dingin ve kendinden emin duruyordu ama bazen, özellikle böyle durumlarda, gözlerinde sönmeye yüz tutmuş bir kıvılcım fark ediliyordu. İçinde sakladığı bu volkanın bir gün patlayacağını hissediyordum, ama ne zaman, nasıl olacağını bilmek mümkün değildi.
Cezaya rağmen gözlerindeki o belli belirsiz gülümseme ve bana verdiği cesaret, içimde bir şeyleri harekete geçiriyordu. O, suskunluğuyla bile etrafındaki dünyaya karşı koymayı başaran biriydi; dışarıdan soğukkanlı ve sakin ama içten içe. Kim bilir? Belki de Nivralia'nın kurallarına karşı gelmeye hazır biri...
Okul bittiğinde, ağır adımlarla kütüphaneye yöneldik. Raflar arasında kitapları düzenlemeye koyulduk. Ancak içeriye girer girmez yalnız olmadığımızı fark ettik. Andre ve yanındaki iki beyaz kanatlı arkadaşı, Liam ve Henry, oradaydı. Gözlerindeki soğuk ifadeler, bu cezayı bir "tesadüf" olmaktan çıkartıyordu.
Andre'nin gözlerinde bir alaycı kıvılcım vardı. "Kütüphaneyi temizlemek gri kanatlılar için iyi bir iş; bu defa beyaz kanatlıların işine de ortak oldunuz demek," diyerek bir kahkaha attı. Oscar'ın yüzü düştü, ama ben hemen atıldım.
"Böyle bir konuşmayı burada yapmak zorunda mısın, Andre?" dedim sert bir tonla. Ancak o sadece sırıtıp, arkadaşlarıyla konuşmasına devam etti. Aramızda görünmeyen bir duvar gibi duran o kast ayrımını, her bakışı ve her sözünde hissettiriyorlardı.
Oscar'a dönüp bakışlarımla "Bırakalım, takmayalım," demek istedim. O da hafifçe başını salladı. Anlaşılan bu ceza sandığımızdan daha uzun olacaktı.
40Please respect copyright.PENANAXCLtyq974m